30 Ağustos 2015 Pazar

Zihinsel Senfoni Cinayeti.



    Bu zamana dek hep harika tümceler biriktirdim; satır altlarına çadır kurup alacalı bir atlas üzerine savrulmuş yıldız öbeklerine benzer ışıltılı harflere eşlik ettim. Harfler bazen çok karışıktı, Büyük Ayı’yı,  Jüpiter’i aradım fakat bulamadım. Bazense öyle soluktu ki arka sokak yollarına dizilmiş randevu evlerinde buldum kendimi. Oysa kendimi aramaya değil, kaybetmeye ihtiyacım vardı. Kaybettiğimde anlıyor, kaybedildiğimde anlaşılıyordum. 
Kendimi kaybetmek adına koşarak vardığım, yollarında ağlamaktan helak olduğum uçurum kenarlarında beni sonun başlangıcına varmaktan alıkoyan duygu neydi? İşte bunu, şimdi anlayabiliyordum. 

    Ben kimdim? Neydim? Hayat, önüme bir tepsi yemek sürmüştü ve yememi emretmişti. Oysa yedikten sonra anlamıştım, midemdeki derin bulantı ve ruhsal kayboluşları. Zehirleniyordum; saatler birbirine sarılıp uzandıkça ve günler aylara dönüşmek için kendini zorladıkça, yanmakta olan bir Hintli cesedinin önünde kendi yansımamda boğuluyordum. 
Durmaksızın çalmakta olan uğursuz bir kilise çanının çın çın sesinde, rengârenk giyinip tek renk tonunda ağlayan Hintli kızların ilahilerinde, bir elini kalbine öteki elini de kulağına götürüp yanık bir şekilde ezan okuyan müezzinin içli sesinde, Sinagog’da yalnız başına oturup hıçkırıklarla ilahiler fısıldayan başhahamın kapanmaya hazırlanan huzurlu gözlerinde… Ben yoktum. 
Kendime sorduğum sorular, bilinmezliğe açılan yolda cehennete giden birkaç basamaktı. Koştukça başa dönüyor, yavaşladıkça aklımı kaybedercesine hızlanıp ruhumu kaybedercesine deli gülüşler savuruyordum. 

    Avcuma kıymıklar batıyordu, dişlerim arasına cam kırıkları saplanıyordu. Gülmeye devam ediyordum, aynadaki yansımam somurtuyordu. Ona bakıp gülmesini istercesine elimi kaldırmaya çalıştığımda acı bir gerçek sağ yanağıma çarpıp kafamın yana savrulmasına neden olmuştu. Dört bir yandan gerildiğim küf kokulu yanık tahta, artı işareti şeklinde vücut bulup bedenimi sahiplenmekte pek hevesliydi. Kollarım, iki yandan iplere gerilmiş nemli çamaşırlar gibi yanlara tutturulmuştu. Kollarımı artı işaretinin yan kısmında sabit durmasını sağlayan şey, damarlarıma çakılmış iki adet paslı çivi olmuştu;  hiç bitmek bilmeyen madeni kan kokusu ve bileklerimden yayılıp bedenimin her ağını ele geçiren acı dalganın sebebi buydu demek. Çivit mavisine dönmüş hastalıklı ve belirgin damarlardan akıp yere damlayan kan, fare pisliğiyle dolu mermer zeminde ufak bir gölet oluşturmuştu. Madeni para kokusundaki 0 Rh kan, akıp gittiği tahtada bordo izler bırakmış ve göz kırparcasına yere süzülmüş, kendi tutsaklığındaki acınası özgürlüğüne kavuşmuştu. 
Çarmıha gerilmiştim. Kafam öne doğru düşüp çıplak bedenimi saran ve artık rengi bordoya dönüşmüş örtüye göre ölmüştüm. Ayaklarımdan başlayıp üstlere doğru yükselen morluk ve çevredekilerin iğreti bakışlarına göre pis kokuyor olmalıydım. 

   Ölmüştüm.
       Ama yaşıyordum. 
            Sonsuz uykuya dalmıştım.
                       Fakat yeni uyanıyordum.


     Birkaç saat içinde çıplak bedenim, kirli ruhlar tarafından taşınıp boş bir fosseptik çukuruna atılacak ve üstüne birkaç taş doldurulup sonsuza dek terk edilecekti. Ölü bedene o kadar saygıları yoksa tamamen kurtulmak adına ateşe verilecek ve çürümeye yüz tutmuş bedendeki son soluk gülüş alevlere karışacak, onda kaybolacaktı. Etrafa savrulan küller ve yanık ceset kokusu, eğer biraz olsun şanssızsa; uğursuz bir kilise çanının son çığlıklarına, bitmek üzere olan bir ezanın son tekrarlanışına, gözyaşlarını silip ilahisini bitirmeye hazırlanan hahamın son feryadına ve bitişi bitirmiş olan Hint ezgilerinin son nağmesine denk gelecekti. 

     Eğer biraz şanslıysa, ardında huzursuz kalan ruhun; çürümemiş yegâne ruhaniliğinin son demlerinde lanetlenmek için son bir adım atacaktı. 


   Hepsi bu kadar mıydı?
                                 Belki de. 





                                            

Bu kadardı. 
                                                  Peki, sonsuzluk bir son muydu?
                                                                        Yoksa sonun sonsuzluğu mu?
          Bir ölüye göre çok düşünüyordum.
                                                Ancak yeni başlamıştım.
                                                                             Ölürken yaşamaya. 
                                 Yaşarken yanmaya. 
    
        Yeni başlamıştım, feryatlar ardına saklanmış histerik kahkahalara. 






22 Ağustos 2015 Cumartesi

Şöyle Böyle.

Merhaba. 

     Bu satırları okuyan kişi, merhaba. Yapacak onca iş, milyarlarca seçenek arasında şu an burada olduğun için teşekkür ederim. 
     Burası benim gözlüğümden görebildiğim kadarıyla, dünyadaki bulanık berraklıktan seçebildiğim kareler ve satırlarla dolu olacak. Kimi zaman yüreğimizde parmak izi bırakmayı başarabilmiş filmler, kimi zamansa sarı sayfalarına döndüğümüzde evimize dönmüşüz hissini veren o güzel kitaplar... Burada sakındığım düşüncelerimi dökme cesaretinde bulunacağım (çabalayacağım en azından), burada kendimi tekrar arayıp bir daha kaybedeceğim. 
      Bana eşlik etmek istersen, antika bir gramofon fısıltısına eşlik eden bir kadeh şarapta buluşalım. Vişne suyu da olabilir elbet. 
     Acının katlanma süresini arttıran umutla kal. 
                         -Mona Lirsa.