28 Aralık 2015 Pazartesi

                                    ELVEDÂ ELFİDA 

Bir yarışmadan ötürü kaleme aldığım kısa öykü türünde yazım oldu. Okuduğunuz ve okuyacağınız için teşekkürler.



      


’…Senin geçtiğin yollardan yalnızlık çıkar gelir…'’


 
Tanrı’nın varlığını bile unuttuğu iniş çıkışlı yollarda; içinde bulunduğumuz dışı kurşunlanmış, içi kurşuni hurda arabadan sızan tek canlılık belirtisi bu şarkının ezgisiydi. Torpidoya uzattığım ayaklarım, tokamın arasından fışkırmış birkaç tutam saç ve yayvan oturuşumun verdiği rahatlıkla şarkıya eşlik etmeye çalışıyordum. Lakin bulut yüklü yağmur yemişçesine bir hüzün taşıyordum içimde; bu öyle bir vaziyette tezahür ediyordu ki dayanamayıp radyoyu kapattım. Yayvan oturuşuma geri dönüp başımı hafifçe Feza’ya doğru çevirdiğimde bakışlarımız uranyum ve oksijenin çarpışması gibi birbirine değip farklı bir mahiyette vücut buldu. İrislerini üzerime diktiği bakışlarında, tüm dünyayı Hiroşima’ya çevirecek kadar asabilik görünüyordu. Piyano çalması gereken Tanrı’nın ustalık eseri parmakları, hurdaya dönmüş bir arabanın direksiyonunu kavramıştı. Eklem boğumlarının beyazlamasından sinirlendiğini fark ettim, kafamı tekrar kaldırdığımda bakışlarını yola dikmişti.
     Uzanıp radyoyu tekrar açtım, cızırdayan radyoda birkaç kanal atladıktan sonra, sesi diğerlerine oranla daha berrak duran bulanık bir şarkı çıktı. İbranice olduğunu tahmin ettiğim türküyü söyleyen kadının hüzünlü sesi, hurda arabanın içine nüfuz ederken hiçbir yolculukta beni yalnız bırakmayan migrenim tekrar baş gösterdi. Sağ elimle başımı tutup içimden defalarca amacımı tekrar ettim. Bu yolculuğa başlama sebebimi ve adımı unutamazdım; bu zamana dek biriktirdiğim tüm anılarımı unutabilirdim, bu bir anlam ifade etmezdi ancak amacımı ve adımı unutursam zaten şaşı olan rotam kör kalırdı.
     ‘’Kapat şu şarkıyı, Vefa!’’ Feza’nın yüzüme çarpan sesinin hislerinde yuva yapmış öfkesini bastırmaya çabaladığı aşikârdı, dudaklarını ısırıp gözlerini yola dikmişti. Mamafih bu onu daha da asabileştirirdi. Şimdi olduğu gibi…
      Umursamaz bir ses tonuyla geriye yaslanıp ellerimi arkamda birleştirdim. Hurda arabanın tavan kısmını bilerek söktüğümüzden güneş, harfleri dökülen mektuplar gibi ışınlarını üzerimize bırakıyordu. Hızlanan arabada kenardan sıvışan bir rüzgâr saçlarıma dolanıp onları geriye doğru uçurduğunda Feza’nın öfkeden gaza yüklendiğini anlamıştım.
      ‘’Sakin ol, Feza.’’ dedim. ‘’Nasıl olsa birazdan bu hurda intihar edecek. O zamana dek notalara sığınalım…’’
       Dışı kurşunlanmış içi kurşuni araba, beni onaylamak istercesine homurdanarak ilerlerken uçuşan saçlarıma dolanmış düşüncelerimi kontrol altına almaya çabalıyordum. Feza ise bana bakmadan dahi nefret ve merak dolu bakışlarını hissettiriyordu.
     Kaç saattir yoldaydık bilmiyordu, aptalca olduğunu düşündüğü bu yolculuğa neden çıktığından da haberi yoktu. Bir kasım akşamı, kolundan tutup onu Sırat’tan ince bir yolun üstüne sürmüştüm. Bir ahtım vardı ve bu yüzden benimle ahlayıp vahlayacak insanlara değil, benimle okyanusu ateşe verecek kişiye gereksinim duymuştum.
     Bu kişi de Feza olmuştu; isminin manası boşluk olan ve boşluklardan nefret eden Feza, benimle belki de hayatının en büyük boşluğuna yuvarlanacaktı.
         Medeniyetten fersah fersah uzaklıkta, inişli çıkışlı yollarda ağır ağır ilerleyerek bizi taşıyan dışı kurşunlanmış içi kurşuni renkte hurda araba, homurdanarak gidiyordu.
    Annelerin dokuz ay süresince şikâyet etmeden çocuklarını içlerinde taşıması, bu dünyada karşılık beklemeden yapılmış ilk ve son hediyeydi. Annemizin bana ve yandaki koltuğa oturmuş Feza’ya yaptığı ilk iyilik bu olmuştu. Bu öyle bir iyilikti ki ruhumuzun ak sayfasına atılmış izi çıkmayan bir kalem darbesi olarak vücut bulmuş; kötülük olmuştu.
    Bunu dumanları çıkan arabanın sarsılarak gitmesiyle bir daha anımsamıştım; hurdaya dönmüş bir araba bizi götürmekten acizken doğmadan bir başkasına taşıtmıştık kendimizi. Ancak dediğim gibi, karşılık beklemeksizin yaptıkları tek iyilik bu olmuştu. Feza ve ben, aynı annelerden doğmuş ve farklı hayatları paylaşan iki kardeştik. Bir paçavra gibi vücudundan atıp bizleri terk eden annelerimizin ardından, haberimizin olmadığı bir boşluğa yuvarlanmıştık. Bana ‘Vefa’ demişlerdi. ‘Kutsal, kıymet bilen’ anlamına gelen güzel bir isim anlamında, adım gibi kutsal ve kıymet bilen birisi olayım diye... Oysa bu ad bana lütuf değil lanet gibi gelmiş ve hayatımın her anında üstüme çökmeye hazırlanan gri bir umutsuzluk perdesi olmuştu. Tüm kutsallıklara çomak sokmaktan geri durmamış, olduğum yerde kalamamış bana bu ismi ve ismin anlamını layık görmüşlerdi.
     Feza demişlerdi yanımdaki merak ve öfke dolu bedene…Çocukluğunda benden daha uysal ve umutlu olan Feza, ne yazık ki benden daha duygusuz ve yetenekliydi. Onun parmakları piyano çalarken, ben on parmağımdan üçünü karıştığım bir kavgada kırmıştım. Nefret doluydum; hayatında yaptığı tek iyilik ve yegâne kötülük bizi doğurmak olan anneme, elimden hiçbir şey gelmeyeceğini bildikleri halde kötürüm bir hasta gibi yaşamama izin veren herkese ve en çok da kendime… Ne Feza gibi yetenekli ve uysal olabilmişim ne de Feza benim gibi kıymet bilmişti…
      Bizler sevgiyi aynı yolun Arnavut kaldırımlarında arşınlayan, barışın kucağında savaşa koşan ve nefreti hislerde tadan iki çocuk olmuştuk önce. Sorumsuzluğumuzun muzip tadını beraber tatmıştık, aynı yağmurda ıslanmış ve güneşin bizi kurulamasına izin vermiştik, bizleri birbirimizden ayıran o zamana dek… Benden kat be kat uysal olan Feza, kendisine sorulmadan başka bir aileye verildiğinde onun çaresiz suskunluğunu ben devralmıştım. Susarak, susturarak ve usturayı hayallerime saplayarak…
     Feza’yla bizi ayırdıkları günde, kış güneşinin vurduğu suyun aksinde kendimi ilk gördüğüm vakit, gözlerimin kıpkırmızı olduğunu hatırlıyordum, o günden sonra en sevdiğim renk kırmızı olmuştu. Ateş kırmızısı, öfke kıvılcımı ve Feza’nın yansıması… Bir yemin etmiştim; kimseye kendimden ödün verecek kadar borçlu kalmayacak ve kimseden bir şey isteyecek kadar boşluğa yuvarlanmayacaktım. Vefa sözlerimi tutacak, intikamlarımı unutacaktım. Feza’yı bulacaktım en önemlisi.
      Ve yıllar sonra, bir aradaydık… Feza’nın üstünde uykudan kalktığı anda çıkarmadan yola fırladığı pijama, benim üstümdeyse giymekten rengi değişmiş bir elbise. Onu kolundan çekiştirerek hurda bir arabayı çalarak yola koyulmamız, değişimli sürdüğümüz arabanın koltuklarına ağırlık yapışımız… Bu ağırlık ne Feza’dan kaynaklanıyordu ne de arabanın eskiliğinden… Bu ağırlık benim yüreğimin en ince telinden geliyordu, verdiği tek sözü tutamaktan, borcunu ödeyememekten delicesine korkan bir içsesin sessiz dualarından kaynaklanıyordu.
      Ne zamandır yolda olduğumuzu, nerelerden geçtiğimizi bilmiyordum. Bildiğim tek şey; aylar önce gördüğüm bir rüya ve sudaki aksime bakarak kendime verdiğim sözdü. Bir deniz bulmak zorundaydık, ülke içinde, dışında veya tam kalbinde… Hiç fark etmezdi! Avcumda sımsıkı tuttuğum sözü, terli sırtıma bir peçete gibi yapışmış anılarla bir deniz arıyordum. Düşüncelerimin gözyaşı dudaklarımda tuzlu bir tat bırakırken gözüm bir yere takılıp kaldı.      
      ‘’Feza, dur! Dur!’’
      Yol boyunca sergilediğim anlamsız davranışlarım ve histeri krizine yakalanmış gibi bağrışlarıma katlanamayan Feza öyle frene öyle bir abandı ki kafamı paslanmış koltuk kapısına çarpıp torpidonun önüne düştüm. Kafamı çarpmamla yere düşüşüm çok kısa bir süre arasında gerçekleşti. Alnım Feza’nın ayakları arasına gömülürken gözlerimden iyotlu deniz kokusu damlıyordu. Birkaç saniye sonrasında bu kokunun alnımda açıldığını tahmin ettiği yaradan kaynaklandığını fark ettim.
       ‘’Vefa! Vefa! Uyan, Vefa!’’
      Kafamı kaldırdığımda yalvaran bakışlarla karşılaşmam uzun sürmedi; Feza’nın inci gözleri, yıllar sonra ilk defa bana karşı merhamet doluydu. Doğrulmaya çalıştım ancak ciğerlerimde bir baskı vardı. 
       ‘’Araba patladı.’’ dedi Feza beni kaldırmaya çalışırken. Bakışlarım, ileride gür bir şekilde yanan metal yığınlarına takıldı. Önümüzde ağzını açmış koca bir alev, son lokmasını kaçırmasından mütevellit öfkeyle parlıyordu.
     ‘’Aniden fren yaptığımda zaten mahvolmuş olan araba dayanamadı, patlamada on saniye önce zorlukla çıkardım seni. Şeytan yemişsin sen, yemin ederim ucuz atlattık.’’
        En sonunda doğrulmayı başardığımda gözlerim ilerideki maviliğe takıldı. Tüm sayfaları akıp giden bir kitabın son sayfalarına geldiğimi hissediyordum, ruhumun en derinine nakşettiğim desenlerin su yüzüne çıktığını anlıyordum… İkiz kardeşim Feza’ya tutunarak ayağa kalktığımda, zihnimdeki tüm hücrelerimin hemfikir olduğu o amaca doğru attım adımlarımı.
       Attığım her adım, annemin zihnimde yankılanan tümcelerinden demet sunuyordu bana. Öfkesinden eser kalmamış Feza, meraklı adımlarla ardımdan yürürken düşüncelerimi dile getirmem gerektiğini anlamıştım.
        ‘’Tam on ay önce…’’ dedim en baştan başlayıp. Attığım her adım beni denize, söylediğim her tümce bizi mutlak gerçeğe götürüyordu.
     ‘’…Annemi gördüm rüyamda… ‘’ Feza’nın ardımda donakaldığını hissediyordum, şaşkınlığa düştüğünde ağzının açık kalması gibi. Annemizin doğar doğmaz terk ettiği çocuklarından birinin rüyasına girecek kadar alçak olduğunu düşünüyordu. Yüzünü hatırlamayan evlatlarına, yıllar sonra yüzünü göstermeye tenezzül etmişti. Feza’nın şu an hissettiklerini tam on ay önce hissetmiştim ve ardımda bıraktığımı sandığım anılar harfler şeklinden peyda olup sırtımı hedef aldı. Yüreğime son bir defa daha darbe yememek adına, ardıma dönmeye gerek duymadan adımlarıma ve tümcelerime devam ettim.
     ‘’…İsimlerimizi koyan annemmiş ve benim ismimi boşuna koymamış. Vefa ve Feza… Annemizin adı neymiş biliyor musun peki?’’
      Konuşamayacak kadar şokta olan Feza, yürümeyi yeni öğrenen bir çocuk gibi adeta ayakta sürünerek bana yetişmeye çabaladığında bu soruya bir yanıtı olmadığını anlamıştım.
      ‘’… İsmi Elfida’ymış. Elfida…’’
      En sonunda ileride üç damlalık mavilik gibi görünen koca denize yaklaşmıştık. Birkaç adım daha gerekiyordu, birkaç tümce ve biraz yaşama isteği… Nefesim daralıyordu…
       ‘’…Bize veda edememiş; çünkü kendisini bizlere layık bir anne göremediği için… Çünkü eğer bilinirsek ölenin sadece kendisi olmayacağını bildiği için… Dünyanın adaletsizliklerine karşı bizi tek başımıza bırakması, beraber ölmemizden yeğ imiş... Bizleri bir başımıza bırakmış ve çok geçmeden öldürülmüş; töre, katliam, acı… ’’
       En sonunda durduğumda denizle aramızda sadece beş adımlık mesafe kalmıştı… Derin bir nefes alıp ardıma döndüm… Şoktan bembeyaz olmuş Feza’nın yüzünde kendini belli eden tek bir ifade dahi yoktu. Aylarca sindiremediğim bu gerçeği ona birkaç dakika içinde enjekte etmem gerekiyordu. Ben de öyle yaptım; buz kesmiş Feza’nın elini tutarak ona döndüm.
       ‘’…Annemiz Elfida, bir denizde öldürülmüş. Denizin ismi mühim değil, tüm denizler birbirine çıkar, bütün insanlar gibi… Ve bizlere veda edemeden geçirdiği onca ölü yıldan sonra, istediği sadece ufak bir veda, bir feda…’’
      Feza’nın kendini sessizliğe gömüşü ve benim arada duyulan kısık sesim haricinde duyumsanan tek şey, ayaklarımızı yalayan ve geri çekilen köpüklü dalgalardı.
       Elimi bollaşmış elbisenin iç cebine atıp bir makas çıkardım. Makasın ucu keskindi, her gece hayallerimi ve saçlarımı kesmekten dolayı bilenmiş olan makası gören Feza’nın gözleri irileşir gibi oldu.
      ‘’Feza ve Vefa… Düşündün mü hiç isimlerimizi? Bizleri bir gece boşluğa bırakan, fezaya atan, hezeyana sürükleyen Elfida’nın yıllar sonra vefa istemesini, Vefa’yı beklemesini düşündün mü?’’
      Feza, sarf ettiğim tümceler üzerinde birkaç saniye duraksayıp anlamlarını idrak ettiğinde gözlerindeki bakışın ağırlığı koca bir denizi batırabilecek kadar sancılıydı…
      ‘’Sevgili kardeşim, Feza… Sen her daim benden daha yetenekli oldun ve daha başarılı. Oysa ben senden daha vefalıyım, adım gibi... Aynı rüyayı benden önce gördüğünü ve kılığını kıpırdatmadığını biliyorum. Annemizin birini yanımıza çağırdığını ve senin bu çağrıya kulak asmadığını biliyorum.’’
       Elimi ellerinden çekip makasın sivri kısmını boğazıma götürdüğümde Feza’nın dudakları aralandı ancak acı dolu bir hıçkırıktan başka bir şey duyulmadı.
       ‘’Feza… Elfida annemizin bize yaptığı tek iyilik olan doğurmaya karşılık istediği karşılık çok açık… Vefa… Ben…’’
       Feza, gökdelenden düşen bir fil gibi yumuşak kumlar üzerine yığıldığında ağlamaktan konuşamadığını fark ettim. Umutlu ve uysal kardeşim… Ağlıyordu.
      ‘’Vefa… Lütfen… Bedel… Bedel ödemek yok… Yapma…’’ Feza derin bir nefes alıp tümceleri toparlamaya çalıştı. ‘’Akıl hastanesinden kaçtığını biliyorum… Vefa… Annemizin istediği bir şey yok… Kendine gel… Asıl vefa, kıymet bilmektir, can vermek değil…’’
      Gözyaşları, bulunduğumuz ortama çok absürt düşen pijamasına damlarken Feza’nın sözleri ve aklımdan geçen düşüncelerin frekansları birbirine karışmıştı. Havaya doğru üç el kelime savurup aynı anda makası boğazımdan geçirdim!
      ‘’ Elvedâ Elfida anne… Bedelimiz ve vefamız, kanım olsun…’’
      Sesim hayatım boyunca çıkmadığı kadar net ve gür çıktığından, en yakındaki kayaya tünemiş martılar kaçıştı, bulutlar dağıldı ve birkaç damla kan denizin ak köpüklerine karışan ayaklarıma damladı…
      ‘’Elvedâ Elfida… Elvedâ  Vefa ve Feza…’’
      Çok uzaklarda bir koyun, kavalını çalıyordu ve en son dinlediğim şey, son kez atan kalp atışlarım oldu. Bazı vedalar can yakardı, bizimkisi can aldı.
      Vefa borcunu ödemek adına yanlış bir karar vermiştim ve bu hayatımda yaptığım en doğru şey oldu… En son yaptığım şey… Vefa borcumu ödeyip hayatımda ilk defa ismime yakıştım, Feza’yı boşluğa bırakıp annemiz Elfida’ya son bir veda bıraktım…
       Elvedâ Elfida.
       Elvedâ Feza.




                                      Elvedâ Vefa…