1 Şubat 2015 Pazar

Yalnız Mıyız Yalın Mıyız?
      Son günlerde fazlasıyla revaçta olan bir konu ‘yalnızlık’.  Gerek sosyal medyada, gerekse gerçek yaşamda (gerçi sosyal medya gerçek yaşamımız haline geldi, o ayrı bir dosya tabii) yalnızlık, cafcaflı sözlerle süslenen veya en iğreti kelimelerle yerin dibine gönderilen bir kavram haline geldi. Din tarafına çekmeye çalışan da oldu, bu ucu açık kelimeyi, siyasete doğru ittirmeye çalışan da.  Kimi zaman bir düşman gibi nefret boşaltıldı üstüne, kaynar kazanlarda. Kimi zaman tatlı dokunuşlarla süslendi, vefalı bir yoldaş gibi. Sevgilisi olan da ‘yalnızım’ dedi, babasını kaybeden de. Herkes elbise modeli gibi belli kalıplara sokmaya çalıştı, araya birkaç virgül sıkıştırarak kendi hayat hikâyesine uyarladı. Tireler, virgüller, ünlemler uçuştu havada. Üç noktalar konuldu en sonuna. Kimi zaman da tırnak içinde vurgulandı. ‘Yanlızım’ yazan on iki yaşındaki kıza iki taraf da ayrı kollardan yüklendi. ‘Yanlızlık’ değildi, ‘yalnızlık’tı. Ve on iki yaşındaki bir veledin ne yalnızlığı olabilirdi ki? Ah, durun bu yazdığım, onların düşüncesi. Kalkanları indirelim, hiçbirimizin eline yakışmıyor savaş aleti, dilimize de yakışmıyor sövgü kelimeleri. Doğru oturalım, doğru konuşalım. Zira kimse fıtık olmak istemez belli bir yaştan sonra.
          Size yalnızlığın tarifini yapacak kadar uzun yaşamadığımı rahatlıkla söylesem de korkarak kendimce bir tanım oluşturacağım. Bu satırları okuyan kişi (yani sen) ne düşünürsün bilmem, benim şu ‘şahsi’ kanaatim için. Saat ikiyi çoktan geçti, kelimeler ise kalbimden akışının ellerimden klavyeye doğru olan bir uzantısı gibi. Benzetmeden de öte, gerçekten de öyle.
      Sahi neydi ‘yalnızlık’?  Gidişinin ardından gece ikide şiirler yazdıran vefasız bir sevgili miydi?  Geceye akan akşam saatlerinde ders çalışırken masana kabukları soyulmuş mandalina koyan (sırf kabuğunu soymakla uğraşma diye) annenin eksilmesi miydi? Sesleri unutmuş sağır bir müzisyenin haykırarak araması mıydı notalarını? Cümlelerini hissedemeyen usta bir yazarın her gece yatmadan önce karanlıkla aradığı birkaç kelime miydi, yatağının başucunda? İkinci Dünya Savaşı’nda evladını kaybetmiş bir annenin her saniye kalbine atılan bir atom bombası mıydı? Hissizleşmiş bir gencin kulaklığından yükselen yüksek şarkıya eşlik ettiği acı dolu sert bakışlar mıydı? Sahi neydi ‘yalnızlık’?
      Kafanda gün boyunca durmadan öten iç sesinin susması sanırım, yalnızlık. Ayak seslerinin gittikçe uzaklaşan yankısı, dibe batışının sonunda bir dip daha keşfedip sonsuz döngünün zincirleme devamı, mısralara uzanıp geri çevrildiğini hissettiren sert bir tekmeyle koltuğa düşüşün, kabul olmaz diye düşünüp ellerini duaya açamayışın, tövbelerin sonunun gelmeyeceğini hissedip kendinden bile kaçışın, bir kadeh şarabındaki ufak bir kırmızılık – ruj veya kan, kim bilir?- kanıksanmış hislere defalarca teslim oluşun, aşinalığın verdiği yabancılık?
     Kafandaki seslerin sustuğunu zannedip gülümsemenin ardından seslerin aniden parlaması, üzerine doğru gelen bir araba farının gözünü delip geçen ışığı, sigara tutan parmağın haricinde başını ellerin arasına alıp ‘Toparlanmam gerek’ demen ve ardından izmaritteki külün üstüne düşüşü, kimsenin dinlemediği bir radyo kanalı, asla okunmayacak bir kitap,  söylenmeyen bir şarkı, gidilmeyen şehir, hissedilmeyen hisler ve tekrar bir düşüş hissi, uçurum dibinden...
       Monitör ekranından uzattığın elin aradaki camdan geçemeyişi, kitap sayfaları arasında kaybolmayı özleyip ilk defa çıkışı aramamak, silikleşen anılar, bir kaçış? İntihar romanlarının kapağına parmak uçlarınla dokunup hiç atmayan bir kalbi hissetmek, işe yaramayan duygularını avuç içine alıp parçalarcasına sıkmak ve onların sigara külüyle beraber halıya düşmesi, bir nefes daha deyip yola çıkmak ve nefessizliğe düşüp yolda kalmak?
       Eski bir yabancı, yeni bir tanıdık, zıt kavramlar, doğrular, yasaklar, ahlak kurguları, zincirleme hatalar, deniz kenarını sesleriyle boğan martıların toplu intiharı, televizyondaki kanalı değiştiriş, hep aynı programlar, beyin boşaltma operasyonlarında bir kobay olmanın verdiği tuhaf aşinalık? Yazamadığını anlayıp, saçmaladığını fark ettiğinde dişlerini sıkıp evrenin ta kendisine hakaret ve ardından bir durup zihninde patlayan havai fişeklerin dansına el çırpmak? Gelgitlerle yükselen dalgalar, dalgaların çekilişiyle ardında bıraktığı ele ele tutuşmuş denizyıldızı ve kutup yıldızı? Sahi, onun ne işi var, orada? Senin ne işin var, zihnimde?
      Yalınlaştığını düşünüp daha da yabancılaşmak, ailene, çevrene, kendine? ‘’Çok değiştin sen.’’ cümlesini duyup ‘’Ben bir aynayım.’’ deme cüretini göstermek ve anlamayan bakışlar eşliğinde oradan uzaklaşmak?  Her cümlede daha da tükeniş ama buna rağmen yazmaya devam etmek?  Okumak bir intihardır ve ben yazıyorum, sahi asıl yalnızlık bu değil midir, şahsi kanaatimce? Herkes sana ulaşmaya çalışırken, senin için endişelenirken araya bir tuğla daha koyabilmek ve boğuklaşmış tuğlalarla oluşturduğun kendi imparatorluğunda içtiğin bir fincan kahve, belki de çay? İçecek seçimini bilemem.
     Ödenmemiş bir borcun ardında yatan koca bir neden, yarım bırakılmış defterler, hiç tutulmayan sözler, doldurulmamış günlükler, hiç yaşanmamış günler, savaşarak öldürülmüş barış, barışılarak öldürülmüş savaş... Yıllarını feda ederek yazdığın ve asla göndermediğin bir mektubun, beslediğin hislerin bir kelimeyle geri ittirilişi ve yine o, düşüş döngüsü. Kabuslar, heyulalar, uçurum dibi çiçekleri ve tutunduğun anda uyanış!
       Yalnızlık ve yalınlık? Ne tuhaf, değil mi? İkisi arasında harf biçiminden tek bir ayrım varken anlamına bakmak için eğdiğimizde başımızı, düşüveriyoruz hemen içine. Şahsi kanaatimce insanların çoğu yalınlığa düşerler, hem de her gün. Etraflarındaki insan sayısı (genelde üç hanelidir) eksilivermeye görsün çıngar çıkar salisesinde, ‘Çok yalnızım, azizim. Sevenim yok, çirkin biriyim.’ Oysa aradıkları ilgidir kimseye itiraf edemeseler de. Oysa ne güzel şeydir, yalınlık. Ne fazla insan var çevrende ne de çok fazla ilgi. Her şeyin olduğu gibi ilginin de zararlıdır fazlası. Düşük aldığın bir sınavla tüm sülalenin ilgili olması mutlandırmaz diye düşünüyorum. Ne diyordum? Ah, evet yalınlık… Yalın olmak güzeldir. Çevrendekiler azdır ve farkındasındır.
     Ya yalnızlık? Ah, o öyle bir zehirdir ki damarından alırsın, tek bir atış hakkı olan altın vuruştur. Bir vurdu mu değil yakandan tüm gömleğinle çeker seni, kendisine. Maamafih, yalınlıkla fark vardır arasında.
        
        Çevrendeki kimse yoksa yalınsındır. Hür ve sakin.
        Ancak çevrendeki onca kalabalığa rağmen hınca hınç teksen işte o zaman yalnızsındır. Çünkü hissedemesen de çevrendeki hiddetli kalabalığın uğultulu sesi meşgul eder durmadan, zihninin içini. Sanki arada bir tül perde varmışçasına, uzanamasın ama duyarsın.  Bazen ittirmek için uzatırsın elini o opak perdeye, ne var ki parmaklarını geri çekersin sanki kor tutmuş gibi.
    ‘Yanlış’ kelimesi ise ‘yanılış’tan gelmiş. Yanılmak ve yanmak... Yalnızlığın öz tarifi...
       
    En başta da dediğim gibi yalınlığın tek bir tanımı varken yalnızlığın gökyüzünde yıldız kadar. Çünkü yalınsan, yalınsındır, yalan değilsindir. Yalnızlıkta olduğu gibi kuru bir kalabalık yoktur. Yalnızsan, (evet, en zoru da bu) kalabalık içindeki teklik tasvirinin gri silueti mısralaşarak düşer üstüne ve sen ellerini başının arasından çekmeden, düşüşün tadını çıkarırsın. Karnına doğru çektiğin dizlerin baskı yapar göğüs kafesine. Sahi kalp neden bu denli çalışır? Duracak nasıl olsa bir gün. Belki de hakkıyla çalıştığını ispat etmek için, duracağı ana dek. O çalışır ama biz yaşamayız günleri. Siyah beyaz bir fotokopi makinesiyle çoğaltılmış gibi aynı ama hızlıca geçer gider günler/ömürler. Kafanı kaldır, bak gece; yıldızlar ne de hoş dans ediyorlar gökyüzünde. Gözlerini kırp bir defalığına, ah ne de çabuk doğdu bu güneş böyle aniden?
       Bana gelirsek; ben ne yalınım ne de yalnızım. Ben ikisinin birleşerek oluşturduğu tuhaf bir çemberin tam da ortasındayım,  alevler sararken etrafımı, yeşil bir yer özlemi çekiyorum. Bilmiyorum, belki de burnumu dolduran koku; sayfalara taşan kelimelerin buğusundaki aromalı kahve değil de ruh ölüşünün senfonik bir fısıltısının acımtırak tadıdır.
    

           ‘’Ben tek başıma. Milyonlar içinde tek başıma. Acı git gide acıyor. Kavun acısı gibi, zehir gibi bir acı. Yalnızlık.Yalnızlık güzel. Güzel değil. Kavun acısı…’’
|Sait Faik Abasıyanık


     'âh şu yalnızlık kemik gibi. ne yana dönsen batar..'



| Cahit Zarifoğlu



   'hangi cebini karıştırsan yalnızlık..'
| Turgut Uyar



    'yalnızlığı soruyorlar. yalnızlık, bir ovanın düz oluşu gibi bir şey..'
| Cemal Süreya



    'yalnızlık, müziğin bile seni dinlemesidir..'
| Özdemir Asaf



    've yalnızlık sigara külü kadar yalnızlık..'
| Sezai Karakoç



     'yalnızım, yalnızsın, bize kim gülümseyecek..'
| Edip Cansever



    'bir benim, benim olan bir masaldır yalnızlık..' 
| Cahit Sıtkı Tarancı



    'biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı..'
| Ahmet Telli



    'şu yalnızlık çıkmazında önümde niye sen varsın?'
| Erdem Beyazıt



    'hüznün,yalnızlığın şairiyim ben. ıssız ovaların nehiriyim ben..'
| Nurullah Genç



   'şimdi bakın nasıl bir yalnızlık vuran benden..'
| İlhan Berk



    'bıktım artık kapıyı anahtarla açmaktan, bir çift ayakkabı yalnızlığından.
zile basmak istiyorum..’
| Âh Muhsin Ünlü



   'yalnızlık hiç konamayan kuş..'
| İbrahim Tenekeci



    'yalnızlık Kayzer'den daha güçlüdür. ve Roma'dan daha uğultulu..
yastığa gömebilir misin onu? duvara asabilir misin?’
| Cahit Koytak



   'yalnızlık zamanlandı: önce aşk, sonra yaprak..'
| Hilmi Yavuz



”Berlin’de yalnızsınız değil mi?” dedi..

”ne gibi?”

”yani.. yalnız işte.. kimsesiz.. ruhen yalnız.. nasıl söyleyeyim..
öyle bir hâliniz var ki..”

”anlıyorum, anlıyorum.. tamamen yalnızım.. ama Berlin’de değil..
bütün dünyada yalnızım.. küçükten beri..”

”ben de yalnızım..” dedi..
bu sefer benim ellerimi kendi avuçlarının içine alarak:
”boğulacak kadar yalnızım..” diye devam etti, ”hasta bir köpek kadar yalnız..”
|Sabahattin Ali/ Kürk Mantolu Madonna


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder