11 Ağustos 2016 Perşembe

Jabukæ

Tanrı, ‘’Ol’’ deyince oldu, bir elma ağacı peyda oldu.
Şeytan, ‘’Olmaz!’’ deyince olmadı ama Âdem ve Havva kovuldu.
Ben ‘’Olacak!’’ dedi ancak olmadı, biriktirdiklerim eteklerimden uçtu.

***
     Bir elma ağacının etrafına toplanmışız, hepimiz. Sen, ben, o, biz,siz, onlar ve yine ben. Yinelercesine, yalanlarcasına ben. En tepedeki meyveye dikilmiş gözler, karınlarımız birkaç kelimelik hasrete tok ama birkaç lokmalık yiyeceğe aç. Birkaç tümce açlık nasıl giderilir, kitaba bak, içini aç. ‘’Oku.’’
       Zıplıyoruz oturduğumuz yerden, tırmanıyoruz gökyüzüne çimenlerden. Ancak ulaşan olmuyor daha. Eller açılıyor Tanrı’ya, birkaç çiğ damlası düşüyor avuçlara. Tanrı, hindiba çiçeğini üflüyor, polenleri yüreğime dolup gözlerimi yeşertiyor. Ne sandınız? Yürek dolmadan, göz yaşarır mı sandınız? İnci damlası gözyaşının düştüğü çimenlikte bir sterliçya boy veriyor. Cennet çiçeği. 
        Elmaya ulaşamayanlar, güzel bir halat yapıyorlar saçlarından. Güzelce asıyorlar kendilerini usuldan usuldan. Geriye kalanlar, geride kalıyor. Geriye kim kalıyor? Önce ilk kelime gidiyor, sonra da ikincisi. Ben sonuncusuyum. Ama sondan birinci.
       Oturup ilahiler söylüyoruz tersinden, bir elişi kâğıdını kesiyoruz tam da işaretli yerden. Oturduğumuz yerden.
        Nasıl emdin anneni ilk? Nasıl öptün dizlerindeki yarayı? İlk kez değince dudakların, dudaklarına nasıl ürktün? Sevmekten korkup korkuyu mu sevdin? Nefretten kaçıp nefretin kucağına mı düştün?
       Tanrı zencileri sever mi?
        Tanrı çikolata yer mi?
       Sağ yanağına tokat atsam, soluna döner mi? Yoksa hep aynı yerden mi vurur, tam da ben düşünce?
      Son bir kişi kaldı. Ben kaldım. Bir de öbür ben. Bir ayna kırılırsa ortadan, yedi yıllık bir lanet başlarmış. Ben Yedi Uyurlar’ın mağarasında açtım gözümü, ben yendim kibrimi ve nefretimi. Kibrimi seviyorum, nefret edercesine.
      Lou Salome der ki: ‘’Dünya sana hediye sunmaz inan bana/ Bir yaşam istiyorsan, çal onu.’’
     Ölmüşlerin üstüne basıyorum. Kendini asmışların ipini tutuyorum, bedenlere ve cinnete basa çıka, bata çıka yükseliyorum. Kiminin kolu bastonum oluyor, kiminin irisleri benim gözlerim. Dallara ayak atıp giysilerini yırtarak tırmanıyorum tepeye. Orada işte, Davud’un siması gibi, Demokles’in kılıcı gibi parıldıyor. Parıldıyor orada, melekleri resmeden Rönesans ressamları görseydi şayet, heyecandan yüreğini keserdi. Yusuf odaya girdiğinde, kadınlar ellerini kanatmıştı. Elmaya baktıkça lime lime oluyor derim.
     Milim milim ilerliyorum, iliklerimle, milim milim.
     Biliyorum toklar asla doymaz, biliyorum engelsizler engel aşamaz, bilirim güzeller ağlar, çirkinler yalnız kalır. Bilirim Tanrı yarattıklarından sıkılır.
      Buradayım işte, en tepede. Elma parmaklarımın değdiği yerde... Avucumda çizikler, alnım kanıyor tam da beynimin ters döndüğü yerde. Ancak elma burada, yanımda...
     Tek bir ısırık...
    Beni Havva mı yapar yoksa Pamuk Prenses mi? Tek bir lokma, prens öpücüğüne yeter mi? Ömrümde yiter mi?
     Lovesong çalıyor ve elma dişleniyor.
    İşte buradayım, her şeyin yitirildiği başlangıcının bitiminde. İşte buradayım. Armudun sapı, üzümün çöpü, elmanın ısırığı.
     İşte burada. 
     Burada.
    Var oluşunda. 
     



                                   Farklı olduğunu sanan faniler gibi yanıldı.
     O tren, sen uykudayken kaçtı.
                                                 Uçamazsın, kanatların kesildi.
                               Yaşayamazsın bedenin çoktan yitti gitti.
                                                                  İşte bir elma.
                  Tüm umuduna ve umutsuzluğuna.

                          Ve senin Tanrı’na. 









-fea



















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder