26 Mayıs 2019 Pazar

Evvel zaman içinde, kalbur saman bir kralın üç büyük evladı var idi. Kraliçenin doğurmadığı, en az kral kadar yaşlı olan bu üç evlat babaları kralın varlığını devirerek onun güçlerini çaldı. Lakin bu çalıntıları paylaşırken kralın ahı tuttu ve büyük bir anlaşmazlık çıktı. Üç büyük kardeş birbirine girdi ve insanlar yaratıldı. Ceza olarak insanlarla olmak zorunda kaldılar ve çok geçmeden ölüm var oldu. 
   

     Kralın adı, Zaman’dı. Ve üç evlatlarının isimleri de şöyleydi: 



Dün 



Bugün 



Yarın 






11 Ağustos 2016 Perşembe

Jabukæ

Tanrı, ‘’Ol’’ deyince oldu, bir elma ağacı peyda oldu.
Şeytan, ‘’Olmaz!’’ deyince olmadı ama Âdem ve Havva kovuldu.
Ben ‘’Olacak!’’ dedi ancak olmadı, biriktirdiklerim eteklerimden uçtu.

***
     Bir elma ağacının etrafına toplanmışız, hepimiz. Sen, ben, o, biz,siz, onlar ve yine ben. Yinelercesine, yalanlarcasına ben. En tepedeki meyveye dikilmiş gözler, karınlarımız birkaç kelimelik hasrete tok ama birkaç lokmalık yiyeceğe aç. Birkaç tümce açlık nasıl giderilir, kitaba bak, içini aç. ‘’Oku.’’
       Zıplıyoruz oturduğumuz yerden, tırmanıyoruz gökyüzüne çimenlerden. Ancak ulaşan olmuyor daha. Eller açılıyor Tanrı’ya, birkaç çiğ damlası düşüyor avuçlara. Tanrı, hindiba çiçeğini üflüyor, polenleri yüreğime dolup gözlerimi yeşertiyor. Ne sandınız? Yürek dolmadan, göz yaşarır mı sandınız? İnci damlası gözyaşının düştüğü çimenlikte bir sterliçya boy veriyor. Cennet çiçeği. 
        Elmaya ulaşamayanlar, güzel bir halat yapıyorlar saçlarından. Güzelce asıyorlar kendilerini usuldan usuldan. Geriye kalanlar, geride kalıyor. Geriye kim kalıyor? Önce ilk kelime gidiyor, sonra da ikincisi. Ben sonuncusuyum. Ama sondan birinci.
       Oturup ilahiler söylüyoruz tersinden, bir elişi kâğıdını kesiyoruz tam da işaretli yerden. Oturduğumuz yerden.
        Nasıl emdin anneni ilk? Nasıl öptün dizlerindeki yarayı? İlk kez değince dudakların, dudaklarına nasıl ürktün? Sevmekten korkup korkuyu mu sevdin? Nefretten kaçıp nefretin kucağına mı düştün?
       Tanrı zencileri sever mi?
        Tanrı çikolata yer mi?
       Sağ yanağına tokat atsam, soluna döner mi? Yoksa hep aynı yerden mi vurur, tam da ben düşünce?
      Son bir kişi kaldı. Ben kaldım. Bir de öbür ben. Bir ayna kırılırsa ortadan, yedi yıllık bir lanet başlarmış. Ben Yedi Uyurlar’ın mağarasında açtım gözümü, ben yendim kibrimi ve nefretimi. Kibrimi seviyorum, nefret edercesine.
      Lou Salome der ki: ‘’Dünya sana hediye sunmaz inan bana/ Bir yaşam istiyorsan, çal onu.’’
     Ölmüşlerin üstüne basıyorum. Kendini asmışların ipini tutuyorum, bedenlere ve cinnete basa çıka, bata çıka yükseliyorum. Kiminin kolu bastonum oluyor, kiminin irisleri benim gözlerim. Dallara ayak atıp giysilerini yırtarak tırmanıyorum tepeye. Orada işte, Davud’un siması gibi, Demokles’in kılıcı gibi parıldıyor. Parıldıyor orada, melekleri resmeden Rönesans ressamları görseydi şayet, heyecandan yüreğini keserdi. Yusuf odaya girdiğinde, kadınlar ellerini kanatmıştı. Elmaya baktıkça lime lime oluyor derim.
     Milim milim ilerliyorum, iliklerimle, milim milim.
     Biliyorum toklar asla doymaz, biliyorum engelsizler engel aşamaz, bilirim güzeller ağlar, çirkinler yalnız kalır. Bilirim Tanrı yarattıklarından sıkılır.
      Buradayım işte, en tepede. Elma parmaklarımın değdiği yerde... Avucumda çizikler, alnım kanıyor tam da beynimin ters döndüğü yerde. Ancak elma burada, yanımda...
     Tek bir ısırık...
    Beni Havva mı yapar yoksa Pamuk Prenses mi? Tek bir lokma, prens öpücüğüne yeter mi? Ömrümde yiter mi?
     Lovesong çalıyor ve elma dişleniyor.
    İşte buradayım, her şeyin yitirildiği başlangıcının bitiminde. İşte buradayım. Armudun sapı, üzümün çöpü, elmanın ısırığı.
     İşte burada. 
     Burada.
    Var oluşunda. 
     



                                   Farklı olduğunu sanan faniler gibi yanıldı.
     O tren, sen uykudayken kaçtı.
                                                 Uçamazsın, kanatların kesildi.
                               Yaşayamazsın bedenin çoktan yitti gitti.
                                                                  İşte bir elma.
                  Tüm umuduna ve umutsuzluğuna.

                          Ve senin Tanrı’na. 









-fea



















2 Ocak 2016 Cumartesi



    Merhabalar. 
        Burayı ölgün bıraktım, olgunluktan epey uzaktı. Yaşanmamışlığın sindiği sayfama her bakışımda kapattım gerisingeri. Ancak artık içimi, zihnimdekileri, gerekirse kendimi buraya dökmeliyim. Beni kimse ayaklarımdan tutup baş aşağı sallamadı, bu işlemi kendim yapacağım; özbenliğimi silkeleyip iç buhranlarını ters tepkimeyle ruhumdan kazıyacağım. (Teşekkürler kimya.) 
     Kitap okudum, film izledim, müzik dinledim. Birkaç kromozomlu bir canlı olarak; nefes almak ve seyrek olarak ders çalışmak dışında bunları yaptım. Ancak yaptıklarımı parantez içine alıp inceleyeceğim, gerektiği yerden tutup indirgeyeceğim. 
     Çok konuştum. Bitiriyorum. Hoş geldiniz dostlar. Umarım 2016, gerçek olur. (Gerçek, doğru, iyi, kötü konusuna bir ara değinirim.)

        Mona Lirsa geri döndü! 

        Öperim efendim. Yarını ve hayatı katlanabilir kılan umutla kalınız. 

28 Aralık 2015 Pazartesi

                                    ELVEDÂ ELFİDA 

Bir yarışmadan ötürü kaleme aldığım kısa öykü türünde yazım oldu. Okuduğunuz ve okuyacağınız için teşekkürler.



      


’…Senin geçtiğin yollardan yalnızlık çıkar gelir…'’


 
Tanrı’nın varlığını bile unuttuğu iniş çıkışlı yollarda; içinde bulunduğumuz dışı kurşunlanmış, içi kurşuni hurda arabadan sızan tek canlılık belirtisi bu şarkının ezgisiydi. Torpidoya uzattığım ayaklarım, tokamın arasından fışkırmış birkaç tutam saç ve yayvan oturuşumun verdiği rahatlıkla şarkıya eşlik etmeye çalışıyordum. Lakin bulut yüklü yağmur yemişçesine bir hüzün taşıyordum içimde; bu öyle bir vaziyette tezahür ediyordu ki dayanamayıp radyoyu kapattım. Yayvan oturuşuma geri dönüp başımı hafifçe Feza’ya doğru çevirdiğimde bakışlarımız uranyum ve oksijenin çarpışması gibi birbirine değip farklı bir mahiyette vücut buldu. İrislerini üzerime diktiği bakışlarında, tüm dünyayı Hiroşima’ya çevirecek kadar asabilik görünüyordu. Piyano çalması gereken Tanrı’nın ustalık eseri parmakları, hurdaya dönmüş bir arabanın direksiyonunu kavramıştı. Eklem boğumlarının beyazlamasından sinirlendiğini fark ettim, kafamı tekrar kaldırdığımda bakışlarını yola dikmişti.
     Uzanıp radyoyu tekrar açtım, cızırdayan radyoda birkaç kanal atladıktan sonra, sesi diğerlerine oranla daha berrak duran bulanık bir şarkı çıktı. İbranice olduğunu tahmin ettiğim türküyü söyleyen kadının hüzünlü sesi, hurda arabanın içine nüfuz ederken hiçbir yolculukta beni yalnız bırakmayan migrenim tekrar baş gösterdi. Sağ elimle başımı tutup içimden defalarca amacımı tekrar ettim. Bu yolculuğa başlama sebebimi ve adımı unutamazdım; bu zamana dek biriktirdiğim tüm anılarımı unutabilirdim, bu bir anlam ifade etmezdi ancak amacımı ve adımı unutursam zaten şaşı olan rotam kör kalırdı.
     ‘’Kapat şu şarkıyı, Vefa!’’ Feza’nın yüzüme çarpan sesinin hislerinde yuva yapmış öfkesini bastırmaya çabaladığı aşikârdı, dudaklarını ısırıp gözlerini yola dikmişti. Mamafih bu onu daha da asabileştirirdi. Şimdi olduğu gibi…
      Umursamaz bir ses tonuyla geriye yaslanıp ellerimi arkamda birleştirdim. Hurda arabanın tavan kısmını bilerek söktüğümüzden güneş, harfleri dökülen mektuplar gibi ışınlarını üzerimize bırakıyordu. Hızlanan arabada kenardan sıvışan bir rüzgâr saçlarıma dolanıp onları geriye doğru uçurduğunda Feza’nın öfkeden gaza yüklendiğini anlamıştım.
      ‘’Sakin ol, Feza.’’ dedim. ‘’Nasıl olsa birazdan bu hurda intihar edecek. O zamana dek notalara sığınalım…’’
       Dışı kurşunlanmış içi kurşuni araba, beni onaylamak istercesine homurdanarak ilerlerken uçuşan saçlarıma dolanmış düşüncelerimi kontrol altına almaya çabalıyordum. Feza ise bana bakmadan dahi nefret ve merak dolu bakışlarını hissettiriyordu.
     Kaç saattir yoldaydık bilmiyordu, aptalca olduğunu düşündüğü bu yolculuğa neden çıktığından da haberi yoktu. Bir kasım akşamı, kolundan tutup onu Sırat’tan ince bir yolun üstüne sürmüştüm. Bir ahtım vardı ve bu yüzden benimle ahlayıp vahlayacak insanlara değil, benimle okyanusu ateşe verecek kişiye gereksinim duymuştum.
     Bu kişi de Feza olmuştu; isminin manası boşluk olan ve boşluklardan nefret eden Feza, benimle belki de hayatının en büyük boşluğuna yuvarlanacaktı.
         Medeniyetten fersah fersah uzaklıkta, inişli çıkışlı yollarda ağır ağır ilerleyerek bizi taşıyan dışı kurşunlanmış içi kurşuni renkte hurda araba, homurdanarak gidiyordu.
    Annelerin dokuz ay süresince şikâyet etmeden çocuklarını içlerinde taşıması, bu dünyada karşılık beklemeden yapılmış ilk ve son hediyeydi. Annemizin bana ve yandaki koltuğa oturmuş Feza’ya yaptığı ilk iyilik bu olmuştu. Bu öyle bir iyilikti ki ruhumuzun ak sayfasına atılmış izi çıkmayan bir kalem darbesi olarak vücut bulmuş; kötülük olmuştu.
    Bunu dumanları çıkan arabanın sarsılarak gitmesiyle bir daha anımsamıştım; hurdaya dönmüş bir araba bizi götürmekten acizken doğmadan bir başkasına taşıtmıştık kendimizi. Ancak dediğim gibi, karşılık beklemeksizin yaptıkları tek iyilik bu olmuştu. Feza ve ben, aynı annelerden doğmuş ve farklı hayatları paylaşan iki kardeştik. Bir paçavra gibi vücudundan atıp bizleri terk eden annelerimizin ardından, haberimizin olmadığı bir boşluğa yuvarlanmıştık. Bana ‘Vefa’ demişlerdi. ‘Kutsal, kıymet bilen’ anlamına gelen güzel bir isim anlamında, adım gibi kutsal ve kıymet bilen birisi olayım diye... Oysa bu ad bana lütuf değil lanet gibi gelmiş ve hayatımın her anında üstüme çökmeye hazırlanan gri bir umutsuzluk perdesi olmuştu. Tüm kutsallıklara çomak sokmaktan geri durmamış, olduğum yerde kalamamış bana bu ismi ve ismin anlamını layık görmüşlerdi.
     Feza demişlerdi yanımdaki merak ve öfke dolu bedene…Çocukluğunda benden daha uysal ve umutlu olan Feza, ne yazık ki benden daha duygusuz ve yetenekliydi. Onun parmakları piyano çalarken, ben on parmağımdan üçünü karıştığım bir kavgada kırmıştım. Nefret doluydum; hayatında yaptığı tek iyilik ve yegâne kötülük bizi doğurmak olan anneme, elimden hiçbir şey gelmeyeceğini bildikleri halde kötürüm bir hasta gibi yaşamama izin veren herkese ve en çok da kendime… Ne Feza gibi yetenekli ve uysal olabilmişim ne de Feza benim gibi kıymet bilmişti…
      Bizler sevgiyi aynı yolun Arnavut kaldırımlarında arşınlayan, barışın kucağında savaşa koşan ve nefreti hislerde tadan iki çocuk olmuştuk önce. Sorumsuzluğumuzun muzip tadını beraber tatmıştık, aynı yağmurda ıslanmış ve güneşin bizi kurulamasına izin vermiştik, bizleri birbirimizden ayıran o zamana dek… Benden kat be kat uysal olan Feza, kendisine sorulmadan başka bir aileye verildiğinde onun çaresiz suskunluğunu ben devralmıştım. Susarak, susturarak ve usturayı hayallerime saplayarak…
     Feza’yla bizi ayırdıkları günde, kış güneşinin vurduğu suyun aksinde kendimi ilk gördüğüm vakit, gözlerimin kıpkırmızı olduğunu hatırlıyordum, o günden sonra en sevdiğim renk kırmızı olmuştu. Ateş kırmızısı, öfke kıvılcımı ve Feza’nın yansıması… Bir yemin etmiştim; kimseye kendimden ödün verecek kadar borçlu kalmayacak ve kimseden bir şey isteyecek kadar boşluğa yuvarlanmayacaktım. Vefa sözlerimi tutacak, intikamlarımı unutacaktım. Feza’yı bulacaktım en önemlisi.
      Ve yıllar sonra, bir aradaydık… Feza’nın üstünde uykudan kalktığı anda çıkarmadan yola fırladığı pijama, benim üstümdeyse giymekten rengi değişmiş bir elbise. Onu kolundan çekiştirerek hurda bir arabayı çalarak yola koyulmamız, değişimli sürdüğümüz arabanın koltuklarına ağırlık yapışımız… Bu ağırlık ne Feza’dan kaynaklanıyordu ne de arabanın eskiliğinden… Bu ağırlık benim yüreğimin en ince telinden geliyordu, verdiği tek sözü tutamaktan, borcunu ödeyememekten delicesine korkan bir içsesin sessiz dualarından kaynaklanıyordu.
      Ne zamandır yolda olduğumuzu, nerelerden geçtiğimizi bilmiyordum. Bildiğim tek şey; aylar önce gördüğüm bir rüya ve sudaki aksime bakarak kendime verdiğim sözdü. Bir deniz bulmak zorundaydık, ülke içinde, dışında veya tam kalbinde… Hiç fark etmezdi! Avcumda sımsıkı tuttuğum sözü, terli sırtıma bir peçete gibi yapışmış anılarla bir deniz arıyordum. Düşüncelerimin gözyaşı dudaklarımda tuzlu bir tat bırakırken gözüm bir yere takılıp kaldı.      
      ‘’Feza, dur! Dur!’’
      Yol boyunca sergilediğim anlamsız davranışlarım ve histeri krizine yakalanmış gibi bağrışlarıma katlanamayan Feza öyle frene öyle bir abandı ki kafamı paslanmış koltuk kapısına çarpıp torpidonun önüne düştüm. Kafamı çarpmamla yere düşüşüm çok kısa bir süre arasında gerçekleşti. Alnım Feza’nın ayakları arasına gömülürken gözlerimden iyotlu deniz kokusu damlıyordu. Birkaç saniye sonrasında bu kokunun alnımda açıldığını tahmin ettiği yaradan kaynaklandığını fark ettim.
       ‘’Vefa! Vefa! Uyan, Vefa!’’
      Kafamı kaldırdığımda yalvaran bakışlarla karşılaşmam uzun sürmedi; Feza’nın inci gözleri, yıllar sonra ilk defa bana karşı merhamet doluydu. Doğrulmaya çalıştım ancak ciğerlerimde bir baskı vardı. 
       ‘’Araba patladı.’’ dedi Feza beni kaldırmaya çalışırken. Bakışlarım, ileride gür bir şekilde yanan metal yığınlarına takıldı. Önümüzde ağzını açmış koca bir alev, son lokmasını kaçırmasından mütevellit öfkeyle parlıyordu.
     ‘’Aniden fren yaptığımda zaten mahvolmuş olan araba dayanamadı, patlamada on saniye önce zorlukla çıkardım seni. Şeytan yemişsin sen, yemin ederim ucuz atlattık.’’
        En sonunda doğrulmayı başardığımda gözlerim ilerideki maviliğe takıldı. Tüm sayfaları akıp giden bir kitabın son sayfalarına geldiğimi hissediyordum, ruhumun en derinine nakşettiğim desenlerin su yüzüne çıktığını anlıyordum… İkiz kardeşim Feza’ya tutunarak ayağa kalktığımda, zihnimdeki tüm hücrelerimin hemfikir olduğu o amaca doğru attım adımlarımı.
       Attığım her adım, annemin zihnimde yankılanan tümcelerinden demet sunuyordu bana. Öfkesinden eser kalmamış Feza, meraklı adımlarla ardımdan yürürken düşüncelerimi dile getirmem gerektiğini anlamıştım.
        ‘’Tam on ay önce…’’ dedim en baştan başlayıp. Attığım her adım beni denize, söylediğim her tümce bizi mutlak gerçeğe götürüyordu.
     ‘’…Annemi gördüm rüyamda… ‘’ Feza’nın ardımda donakaldığını hissediyordum, şaşkınlığa düştüğünde ağzının açık kalması gibi. Annemizin doğar doğmaz terk ettiği çocuklarından birinin rüyasına girecek kadar alçak olduğunu düşünüyordu. Yüzünü hatırlamayan evlatlarına, yıllar sonra yüzünü göstermeye tenezzül etmişti. Feza’nın şu an hissettiklerini tam on ay önce hissetmiştim ve ardımda bıraktığımı sandığım anılar harfler şeklinden peyda olup sırtımı hedef aldı. Yüreğime son bir defa daha darbe yememek adına, ardıma dönmeye gerek duymadan adımlarıma ve tümcelerime devam ettim.
     ‘’…İsimlerimizi koyan annemmiş ve benim ismimi boşuna koymamış. Vefa ve Feza… Annemizin adı neymiş biliyor musun peki?’’
      Konuşamayacak kadar şokta olan Feza, yürümeyi yeni öğrenen bir çocuk gibi adeta ayakta sürünerek bana yetişmeye çabaladığında bu soruya bir yanıtı olmadığını anlamıştım.
      ‘’… İsmi Elfida’ymış. Elfida…’’
      En sonunda ileride üç damlalık mavilik gibi görünen koca denize yaklaşmıştık. Birkaç adım daha gerekiyordu, birkaç tümce ve biraz yaşama isteği… Nefesim daralıyordu…
       ‘’…Bize veda edememiş; çünkü kendisini bizlere layık bir anne göremediği için… Çünkü eğer bilinirsek ölenin sadece kendisi olmayacağını bildiği için… Dünyanın adaletsizliklerine karşı bizi tek başımıza bırakması, beraber ölmemizden yeğ imiş... Bizleri bir başımıza bırakmış ve çok geçmeden öldürülmüş; töre, katliam, acı… ’’
       En sonunda durduğumda denizle aramızda sadece beş adımlık mesafe kalmıştı… Derin bir nefes alıp ardıma döndüm… Şoktan bembeyaz olmuş Feza’nın yüzünde kendini belli eden tek bir ifade dahi yoktu. Aylarca sindiremediğim bu gerçeği ona birkaç dakika içinde enjekte etmem gerekiyordu. Ben de öyle yaptım; buz kesmiş Feza’nın elini tutarak ona döndüm.
       ‘’…Annemiz Elfida, bir denizde öldürülmüş. Denizin ismi mühim değil, tüm denizler birbirine çıkar, bütün insanlar gibi… Ve bizlere veda edemeden geçirdiği onca ölü yıldan sonra, istediği sadece ufak bir veda, bir feda…’’
      Feza’nın kendini sessizliğe gömüşü ve benim arada duyulan kısık sesim haricinde duyumsanan tek şey, ayaklarımızı yalayan ve geri çekilen köpüklü dalgalardı.
       Elimi bollaşmış elbisenin iç cebine atıp bir makas çıkardım. Makasın ucu keskindi, her gece hayallerimi ve saçlarımı kesmekten dolayı bilenmiş olan makası gören Feza’nın gözleri irileşir gibi oldu.
      ‘’Feza ve Vefa… Düşündün mü hiç isimlerimizi? Bizleri bir gece boşluğa bırakan, fezaya atan, hezeyana sürükleyen Elfida’nın yıllar sonra vefa istemesini, Vefa’yı beklemesini düşündün mü?’’
      Feza, sarf ettiğim tümceler üzerinde birkaç saniye duraksayıp anlamlarını idrak ettiğinde gözlerindeki bakışın ağırlığı koca bir denizi batırabilecek kadar sancılıydı…
      ‘’Sevgili kardeşim, Feza… Sen her daim benden daha yetenekli oldun ve daha başarılı. Oysa ben senden daha vefalıyım, adım gibi... Aynı rüyayı benden önce gördüğünü ve kılığını kıpırdatmadığını biliyorum. Annemizin birini yanımıza çağırdığını ve senin bu çağrıya kulak asmadığını biliyorum.’’
       Elimi ellerinden çekip makasın sivri kısmını boğazıma götürdüğümde Feza’nın dudakları aralandı ancak acı dolu bir hıçkırıktan başka bir şey duyulmadı.
       ‘’Feza… Elfida annemizin bize yaptığı tek iyilik olan doğurmaya karşılık istediği karşılık çok açık… Vefa… Ben…’’
       Feza, gökdelenden düşen bir fil gibi yumuşak kumlar üzerine yığıldığında ağlamaktan konuşamadığını fark ettim. Umutlu ve uysal kardeşim… Ağlıyordu.
      ‘’Vefa… Lütfen… Bedel… Bedel ödemek yok… Yapma…’’ Feza derin bir nefes alıp tümceleri toparlamaya çalıştı. ‘’Akıl hastanesinden kaçtığını biliyorum… Vefa… Annemizin istediği bir şey yok… Kendine gel… Asıl vefa, kıymet bilmektir, can vermek değil…’’
      Gözyaşları, bulunduğumuz ortama çok absürt düşen pijamasına damlarken Feza’nın sözleri ve aklımdan geçen düşüncelerin frekansları birbirine karışmıştı. Havaya doğru üç el kelime savurup aynı anda makası boğazımdan geçirdim!
      ‘’ Elvedâ Elfida anne… Bedelimiz ve vefamız, kanım olsun…’’
      Sesim hayatım boyunca çıkmadığı kadar net ve gür çıktığından, en yakındaki kayaya tünemiş martılar kaçıştı, bulutlar dağıldı ve birkaç damla kan denizin ak köpüklerine karışan ayaklarıma damladı…
      ‘’Elvedâ Elfida… Elvedâ  Vefa ve Feza…’’
      Çok uzaklarda bir koyun, kavalını çalıyordu ve en son dinlediğim şey, son kez atan kalp atışlarım oldu. Bazı vedalar can yakardı, bizimkisi can aldı.
      Vefa borcunu ödemek adına yanlış bir karar vermiştim ve bu hayatımda yaptığım en doğru şey oldu… En son yaptığım şey… Vefa borcumu ödeyip hayatımda ilk defa ismime yakıştım, Feza’yı boşluğa bırakıp annemiz Elfida’ya son bir veda bıraktım…
       Elvedâ Elfida.
       Elvedâ Feza.




                                      Elvedâ Vefa… 

    



























  

30 Ağustos 2015 Pazar

Zihinsel Senfoni Cinayeti.



    Bu zamana dek hep harika tümceler biriktirdim; satır altlarına çadır kurup alacalı bir atlas üzerine savrulmuş yıldız öbeklerine benzer ışıltılı harflere eşlik ettim. Harfler bazen çok karışıktı, Büyük Ayı’yı,  Jüpiter’i aradım fakat bulamadım. Bazense öyle soluktu ki arka sokak yollarına dizilmiş randevu evlerinde buldum kendimi. Oysa kendimi aramaya değil, kaybetmeye ihtiyacım vardı. Kaybettiğimde anlıyor, kaybedildiğimde anlaşılıyordum. 
Kendimi kaybetmek adına koşarak vardığım, yollarında ağlamaktan helak olduğum uçurum kenarlarında beni sonun başlangıcına varmaktan alıkoyan duygu neydi? İşte bunu, şimdi anlayabiliyordum. 

    Ben kimdim? Neydim? Hayat, önüme bir tepsi yemek sürmüştü ve yememi emretmişti. Oysa yedikten sonra anlamıştım, midemdeki derin bulantı ve ruhsal kayboluşları. Zehirleniyordum; saatler birbirine sarılıp uzandıkça ve günler aylara dönüşmek için kendini zorladıkça, yanmakta olan bir Hintli cesedinin önünde kendi yansımamda boğuluyordum. 
Durmaksızın çalmakta olan uğursuz bir kilise çanının çın çın sesinde, rengârenk giyinip tek renk tonunda ağlayan Hintli kızların ilahilerinde, bir elini kalbine öteki elini de kulağına götürüp yanık bir şekilde ezan okuyan müezzinin içli sesinde, Sinagog’da yalnız başına oturup hıçkırıklarla ilahiler fısıldayan başhahamın kapanmaya hazırlanan huzurlu gözlerinde… Ben yoktum. 
Kendime sorduğum sorular, bilinmezliğe açılan yolda cehennete giden birkaç basamaktı. Koştukça başa dönüyor, yavaşladıkça aklımı kaybedercesine hızlanıp ruhumu kaybedercesine deli gülüşler savuruyordum. 

    Avcuma kıymıklar batıyordu, dişlerim arasına cam kırıkları saplanıyordu. Gülmeye devam ediyordum, aynadaki yansımam somurtuyordu. Ona bakıp gülmesini istercesine elimi kaldırmaya çalıştığımda acı bir gerçek sağ yanağıma çarpıp kafamın yana savrulmasına neden olmuştu. Dört bir yandan gerildiğim küf kokulu yanık tahta, artı işareti şeklinde vücut bulup bedenimi sahiplenmekte pek hevesliydi. Kollarım, iki yandan iplere gerilmiş nemli çamaşırlar gibi yanlara tutturulmuştu. Kollarımı artı işaretinin yan kısmında sabit durmasını sağlayan şey, damarlarıma çakılmış iki adet paslı çivi olmuştu;  hiç bitmek bilmeyen madeni kan kokusu ve bileklerimden yayılıp bedenimin her ağını ele geçiren acı dalganın sebebi buydu demek. Çivit mavisine dönmüş hastalıklı ve belirgin damarlardan akıp yere damlayan kan, fare pisliğiyle dolu mermer zeminde ufak bir gölet oluşturmuştu. Madeni para kokusundaki 0 Rh kan, akıp gittiği tahtada bordo izler bırakmış ve göz kırparcasına yere süzülmüş, kendi tutsaklığındaki acınası özgürlüğüne kavuşmuştu. 
Çarmıha gerilmiştim. Kafam öne doğru düşüp çıplak bedenimi saran ve artık rengi bordoya dönüşmüş örtüye göre ölmüştüm. Ayaklarımdan başlayıp üstlere doğru yükselen morluk ve çevredekilerin iğreti bakışlarına göre pis kokuyor olmalıydım. 

   Ölmüştüm.
       Ama yaşıyordum. 
            Sonsuz uykuya dalmıştım.
                       Fakat yeni uyanıyordum.


     Birkaç saat içinde çıplak bedenim, kirli ruhlar tarafından taşınıp boş bir fosseptik çukuruna atılacak ve üstüne birkaç taş doldurulup sonsuza dek terk edilecekti. Ölü bedene o kadar saygıları yoksa tamamen kurtulmak adına ateşe verilecek ve çürümeye yüz tutmuş bedendeki son soluk gülüş alevlere karışacak, onda kaybolacaktı. Etrafa savrulan küller ve yanık ceset kokusu, eğer biraz olsun şanssızsa; uğursuz bir kilise çanının son çığlıklarına, bitmek üzere olan bir ezanın son tekrarlanışına, gözyaşlarını silip ilahisini bitirmeye hazırlanan hahamın son feryadına ve bitişi bitirmiş olan Hint ezgilerinin son nağmesine denk gelecekti. 

     Eğer biraz şanslıysa, ardında huzursuz kalan ruhun; çürümemiş yegâne ruhaniliğinin son demlerinde lanetlenmek için son bir adım atacaktı. 


   Hepsi bu kadar mıydı?
                                 Belki de. 





                                            

Bu kadardı. 
                                                  Peki, sonsuzluk bir son muydu?
                                                                        Yoksa sonun sonsuzluğu mu?
          Bir ölüye göre çok düşünüyordum.
                                                Ancak yeni başlamıştım.
                                                                             Ölürken yaşamaya. 
                                 Yaşarken yanmaya. 
    
        Yeni başlamıştım, feryatlar ardına saklanmış histerik kahkahalara. 






22 Ağustos 2015 Cumartesi

Şöyle Böyle.

Merhaba. 

     Bu satırları okuyan kişi, merhaba. Yapacak onca iş, milyarlarca seçenek arasında şu an burada olduğun için teşekkür ederim. 
     Burası benim gözlüğümden görebildiğim kadarıyla, dünyadaki bulanık berraklıktan seçebildiğim kareler ve satırlarla dolu olacak. Kimi zaman yüreğimizde parmak izi bırakmayı başarabilmiş filmler, kimi zamansa sarı sayfalarına döndüğümüzde evimize dönmüşüz hissini veren o güzel kitaplar... Burada sakındığım düşüncelerimi dökme cesaretinde bulunacağım (çabalayacağım en azından), burada kendimi tekrar arayıp bir daha kaybedeceğim. 
      Bana eşlik etmek istersen, antika bir gramofon fısıltısına eşlik eden bir kadeh şarapta buluşalım. Vişne suyu da olabilir elbet. 
     Acının katlanma süresini arttıran umutla kal. 
                         -Mona Lirsa. 



1 Şubat 2015 Pazar

Yalnız Mıyız Yalın Mıyız?
      Son günlerde fazlasıyla revaçta olan bir konu ‘yalnızlık’.  Gerek sosyal medyada, gerekse gerçek yaşamda (gerçi sosyal medya gerçek yaşamımız haline geldi, o ayrı bir dosya tabii) yalnızlık, cafcaflı sözlerle süslenen veya en iğreti kelimelerle yerin dibine gönderilen bir kavram haline geldi. Din tarafına çekmeye çalışan da oldu, bu ucu açık kelimeyi, siyasete doğru ittirmeye çalışan da.  Kimi zaman bir düşman gibi nefret boşaltıldı üstüne, kaynar kazanlarda. Kimi zaman tatlı dokunuşlarla süslendi, vefalı bir yoldaş gibi. Sevgilisi olan da ‘yalnızım’ dedi, babasını kaybeden de. Herkes elbise modeli gibi belli kalıplara sokmaya çalıştı, araya birkaç virgül sıkıştırarak kendi hayat hikâyesine uyarladı. Tireler, virgüller, ünlemler uçuştu havada. Üç noktalar konuldu en sonuna. Kimi zaman da tırnak içinde vurgulandı. ‘Yanlızım’ yazan on iki yaşındaki kıza iki taraf da ayrı kollardan yüklendi. ‘Yanlızlık’ değildi, ‘yalnızlık’tı. Ve on iki yaşındaki bir veledin ne yalnızlığı olabilirdi ki? Ah, durun bu yazdığım, onların düşüncesi. Kalkanları indirelim, hiçbirimizin eline yakışmıyor savaş aleti, dilimize de yakışmıyor sövgü kelimeleri. Doğru oturalım, doğru konuşalım. Zira kimse fıtık olmak istemez belli bir yaştan sonra.
          Size yalnızlığın tarifini yapacak kadar uzun yaşamadığımı rahatlıkla söylesem de korkarak kendimce bir tanım oluşturacağım. Bu satırları okuyan kişi (yani sen) ne düşünürsün bilmem, benim şu ‘şahsi’ kanaatim için. Saat ikiyi çoktan geçti, kelimeler ise kalbimden akışının ellerimden klavyeye doğru olan bir uzantısı gibi. Benzetmeden de öte, gerçekten de öyle.
      Sahi neydi ‘yalnızlık’?  Gidişinin ardından gece ikide şiirler yazdıran vefasız bir sevgili miydi?  Geceye akan akşam saatlerinde ders çalışırken masana kabukları soyulmuş mandalina koyan (sırf kabuğunu soymakla uğraşma diye) annenin eksilmesi miydi? Sesleri unutmuş sağır bir müzisyenin haykırarak araması mıydı notalarını? Cümlelerini hissedemeyen usta bir yazarın her gece yatmadan önce karanlıkla aradığı birkaç kelime miydi, yatağının başucunda? İkinci Dünya Savaşı’nda evladını kaybetmiş bir annenin her saniye kalbine atılan bir atom bombası mıydı? Hissizleşmiş bir gencin kulaklığından yükselen yüksek şarkıya eşlik ettiği acı dolu sert bakışlar mıydı? Sahi neydi ‘yalnızlık’?
      Kafanda gün boyunca durmadan öten iç sesinin susması sanırım, yalnızlık. Ayak seslerinin gittikçe uzaklaşan yankısı, dibe batışının sonunda bir dip daha keşfedip sonsuz döngünün zincirleme devamı, mısralara uzanıp geri çevrildiğini hissettiren sert bir tekmeyle koltuğa düşüşün, kabul olmaz diye düşünüp ellerini duaya açamayışın, tövbelerin sonunun gelmeyeceğini hissedip kendinden bile kaçışın, bir kadeh şarabındaki ufak bir kırmızılık – ruj veya kan, kim bilir?- kanıksanmış hislere defalarca teslim oluşun, aşinalığın verdiği yabancılık?
     Kafandaki seslerin sustuğunu zannedip gülümsemenin ardından seslerin aniden parlaması, üzerine doğru gelen bir araba farının gözünü delip geçen ışığı, sigara tutan parmağın haricinde başını ellerin arasına alıp ‘Toparlanmam gerek’ demen ve ardından izmaritteki külün üstüne düşüşü, kimsenin dinlemediği bir radyo kanalı, asla okunmayacak bir kitap,  söylenmeyen bir şarkı, gidilmeyen şehir, hissedilmeyen hisler ve tekrar bir düşüş hissi, uçurum dibinden...
       Monitör ekranından uzattığın elin aradaki camdan geçemeyişi, kitap sayfaları arasında kaybolmayı özleyip ilk defa çıkışı aramamak, silikleşen anılar, bir kaçış? İntihar romanlarının kapağına parmak uçlarınla dokunup hiç atmayan bir kalbi hissetmek, işe yaramayan duygularını avuç içine alıp parçalarcasına sıkmak ve onların sigara külüyle beraber halıya düşmesi, bir nefes daha deyip yola çıkmak ve nefessizliğe düşüp yolda kalmak?
       Eski bir yabancı, yeni bir tanıdık, zıt kavramlar, doğrular, yasaklar, ahlak kurguları, zincirleme hatalar, deniz kenarını sesleriyle boğan martıların toplu intiharı, televizyondaki kanalı değiştiriş, hep aynı programlar, beyin boşaltma operasyonlarında bir kobay olmanın verdiği tuhaf aşinalık? Yazamadığını anlayıp, saçmaladığını fark ettiğinde dişlerini sıkıp evrenin ta kendisine hakaret ve ardından bir durup zihninde patlayan havai fişeklerin dansına el çırpmak? Gelgitlerle yükselen dalgalar, dalgaların çekilişiyle ardında bıraktığı ele ele tutuşmuş denizyıldızı ve kutup yıldızı? Sahi, onun ne işi var, orada? Senin ne işin var, zihnimde?
      Yalınlaştığını düşünüp daha da yabancılaşmak, ailene, çevrene, kendine? ‘’Çok değiştin sen.’’ cümlesini duyup ‘’Ben bir aynayım.’’ deme cüretini göstermek ve anlamayan bakışlar eşliğinde oradan uzaklaşmak?  Her cümlede daha da tükeniş ama buna rağmen yazmaya devam etmek?  Okumak bir intihardır ve ben yazıyorum, sahi asıl yalnızlık bu değil midir, şahsi kanaatimce? Herkes sana ulaşmaya çalışırken, senin için endişelenirken araya bir tuğla daha koyabilmek ve boğuklaşmış tuğlalarla oluşturduğun kendi imparatorluğunda içtiğin bir fincan kahve, belki de çay? İçecek seçimini bilemem.
     Ödenmemiş bir borcun ardında yatan koca bir neden, yarım bırakılmış defterler, hiç tutulmayan sözler, doldurulmamış günlükler, hiç yaşanmamış günler, savaşarak öldürülmüş barış, barışılarak öldürülmüş savaş... Yıllarını feda ederek yazdığın ve asla göndermediğin bir mektubun, beslediğin hislerin bir kelimeyle geri ittirilişi ve yine o, düşüş döngüsü. Kabuslar, heyulalar, uçurum dibi çiçekleri ve tutunduğun anda uyanış!
       Yalnızlık ve yalınlık? Ne tuhaf, değil mi? İkisi arasında harf biçiminden tek bir ayrım varken anlamına bakmak için eğdiğimizde başımızı, düşüveriyoruz hemen içine. Şahsi kanaatimce insanların çoğu yalınlığa düşerler, hem de her gün. Etraflarındaki insan sayısı (genelde üç hanelidir) eksilivermeye görsün çıngar çıkar salisesinde, ‘Çok yalnızım, azizim. Sevenim yok, çirkin biriyim.’ Oysa aradıkları ilgidir kimseye itiraf edemeseler de. Oysa ne güzel şeydir, yalınlık. Ne fazla insan var çevrende ne de çok fazla ilgi. Her şeyin olduğu gibi ilginin de zararlıdır fazlası. Düşük aldığın bir sınavla tüm sülalenin ilgili olması mutlandırmaz diye düşünüyorum. Ne diyordum? Ah, evet yalınlık… Yalın olmak güzeldir. Çevrendekiler azdır ve farkındasındır.
     Ya yalnızlık? Ah, o öyle bir zehirdir ki damarından alırsın, tek bir atış hakkı olan altın vuruştur. Bir vurdu mu değil yakandan tüm gömleğinle çeker seni, kendisine. Maamafih, yalınlıkla fark vardır arasında.
        
        Çevrendeki kimse yoksa yalınsındır. Hür ve sakin.
        Ancak çevrendeki onca kalabalığa rağmen hınca hınç teksen işte o zaman yalnızsındır. Çünkü hissedemesen de çevrendeki hiddetli kalabalığın uğultulu sesi meşgul eder durmadan, zihninin içini. Sanki arada bir tül perde varmışçasına, uzanamasın ama duyarsın.  Bazen ittirmek için uzatırsın elini o opak perdeye, ne var ki parmaklarını geri çekersin sanki kor tutmuş gibi.
    ‘Yanlış’ kelimesi ise ‘yanılış’tan gelmiş. Yanılmak ve yanmak... Yalnızlığın öz tarifi...
       
    En başta da dediğim gibi yalınlığın tek bir tanımı varken yalnızlığın gökyüzünde yıldız kadar. Çünkü yalınsan, yalınsındır, yalan değilsindir. Yalnızlıkta olduğu gibi kuru bir kalabalık yoktur. Yalnızsan, (evet, en zoru da bu) kalabalık içindeki teklik tasvirinin gri silueti mısralaşarak düşer üstüne ve sen ellerini başının arasından çekmeden, düşüşün tadını çıkarırsın. Karnına doğru çektiğin dizlerin baskı yapar göğüs kafesine. Sahi kalp neden bu denli çalışır? Duracak nasıl olsa bir gün. Belki de hakkıyla çalıştığını ispat etmek için, duracağı ana dek. O çalışır ama biz yaşamayız günleri. Siyah beyaz bir fotokopi makinesiyle çoğaltılmış gibi aynı ama hızlıca geçer gider günler/ömürler. Kafanı kaldır, bak gece; yıldızlar ne de hoş dans ediyorlar gökyüzünde. Gözlerini kırp bir defalığına, ah ne de çabuk doğdu bu güneş böyle aniden?
       Bana gelirsek; ben ne yalınım ne de yalnızım. Ben ikisinin birleşerek oluşturduğu tuhaf bir çemberin tam da ortasındayım,  alevler sararken etrafımı, yeşil bir yer özlemi çekiyorum. Bilmiyorum, belki de burnumu dolduran koku; sayfalara taşan kelimelerin buğusundaki aromalı kahve değil de ruh ölüşünün senfonik bir fısıltısının acımtırak tadıdır.
    

           ‘’Ben tek başıma. Milyonlar içinde tek başıma. Acı git gide acıyor. Kavun acısı gibi, zehir gibi bir acı. Yalnızlık.Yalnızlık güzel. Güzel değil. Kavun acısı…’’
|Sait Faik Abasıyanık


     'âh şu yalnızlık kemik gibi. ne yana dönsen batar..'



| Cahit Zarifoğlu



   'hangi cebini karıştırsan yalnızlık..'
| Turgut Uyar



    'yalnızlığı soruyorlar. yalnızlık, bir ovanın düz oluşu gibi bir şey..'
| Cemal Süreya



    'yalnızlık, müziğin bile seni dinlemesidir..'
| Özdemir Asaf



    've yalnızlık sigara külü kadar yalnızlık..'
| Sezai Karakoç



     'yalnızım, yalnızsın, bize kim gülümseyecek..'
| Edip Cansever



    'bir benim, benim olan bir masaldır yalnızlık..' 
| Cahit Sıtkı Tarancı



    'biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı..'
| Ahmet Telli



    'şu yalnızlık çıkmazında önümde niye sen varsın?'
| Erdem Beyazıt



    'hüznün,yalnızlığın şairiyim ben. ıssız ovaların nehiriyim ben..'
| Nurullah Genç



   'şimdi bakın nasıl bir yalnızlık vuran benden..'
| İlhan Berk



    'bıktım artık kapıyı anahtarla açmaktan, bir çift ayakkabı yalnızlığından.
zile basmak istiyorum..’
| Âh Muhsin Ünlü



   'yalnızlık hiç konamayan kuş..'
| İbrahim Tenekeci



    'yalnızlık Kayzer'den daha güçlüdür. ve Roma'dan daha uğultulu..
yastığa gömebilir misin onu? duvara asabilir misin?’
| Cahit Koytak



   'yalnızlık zamanlandı: önce aşk, sonra yaprak..'
| Hilmi Yavuz



”Berlin’de yalnızsınız değil mi?” dedi..

”ne gibi?”

”yani.. yalnız işte.. kimsesiz.. ruhen yalnız.. nasıl söyleyeyim..
öyle bir hâliniz var ki..”

”anlıyorum, anlıyorum.. tamamen yalnızım.. ama Berlin’de değil..
bütün dünyada yalnızım.. küçükten beri..”

”ben de yalnızım..” dedi..
bu sefer benim ellerimi kendi avuçlarının içine alarak:
”boğulacak kadar yalnızım..” diye devam etti, ”hasta bir köpek kadar yalnız..”
|Sabahattin Ali/ Kürk Mantolu Madonna